Bekle bizi Kibele

Halil Uysal

Çatışmanın üçüncü günüydü. Zorlu iki gece, iki gündüz geride kalmıştı. Ne kadar çok yorulmuştu bu iki günde. Ve daha kaç gün sürecekti. Yanına aldığı yiyecekleri de yedi. Artık açlık baş gösterecekti.
Üç yıllık gerilla yaşamında yabancı değildi, açlığa ve yorgunluğa. Deyim yerindeyse artık "tecrübeli bir gerillaydı." Açlık ve yorgunlukla mücadele etmesini iyi biliyordu.
Tecrübeliydi tücrübeli olmasına da, bu "kopma", yani diğer gerillalardan ayrı kalma ilk defa geliyordu başına.
Çatışmanın en şiddetli anında kopmuştu arkadaşlarından. Bir kobra bombardımanında kendini yere atmış ve bir kaya parçasına ulaşmıştı. Kobra saldırısının hemen ardından tank ateşleri başlamış ve yerine dönememişti.

Çatışma hala sürüyordu. Arkadaşlarının nerede olduğunu anlamak için başını kaldırdı. Atılan mermilerden başını korumaya çalışıyordu. Nasıl mevzilenmeli? Ne yana ateş etmeli, bir türlü karar veremiyordu. Bir yandan yanlışlıkla arkadaşlarını vurma ihtimali, diğer yandan düşman güçleri tarafından vurulma ihtimali arasında gidip geliyordu. Yoğun silah sesi, mevzilenmeyi anlamasını engelliyordu.
Beş dakika daha mermiler altında yol aldı. Yüzünü yalayıp geçen iki merminin vızıldaması onu durdurdu. Biraz soluk aldı. Şarjörlerini kontrol etti. İki şarjörü tam, biri yarım doluydu. Bu yetmişbeş mermi demekti. El bombalarının ikisini dün kullanmıştı. Çantasındaki yedek iki elbombasını çıkarıp beline taktı.
Birkaç dakika dinlenip ayağa kalktı. Tam hareket edecekti ki, ağaçlar arasında bir ses duydu. Hızla döndü. Kalaşnikofu ağaçlara çevirdi. Nişan aldı. Silahı omzuna bastırıp kabazasını sıkıca kavradı.
Sağ elini sol işaret parmağını tetiğin boşluğuna oturttu. Geriye sadece tetiğe dokunmak kalmıştı.
Soluk alış verişi hızlandı. Gözlerini sonuna kadar açmıştı. Göz kırpacak kadar bile zamanı yoktu. Kulaklarını dört açmış, dinliyordu.
Etrafta onlarca silah patlıyordu ama o, o an sadece ağaçların arasında gelecek olan o sese kilitlenmişti.
Ağaçların arasındaki ses tekrar duyuldu. Birileri ona doğru ilerliyordu. Ses artık daha iyi duyuluyordu. Kırılan dallar, ezilen kuru otlar... Kesinlikle birileri vardı orada.
Acaba arkadaşlar mıydı. "Görmedem ateş etmeyeceğim" dedi, kendi kendine.
Ses gittikçe yaklaştı. Kalaşnikofu eliyle iyice sıktı. Nefes alıp veremiyordu artık. Ağaçların arasından gelen sesin sahibi görülmeye başlamıştı.
Komando renkli pantolonu ve atletiyle yere eğilmiş durumda; elinde MG-3 otomatik silah ile bir asker ona yaklaşıyordu. Asker onu henüz farketmemişti. Askerin şapkasındaki yazıyı okudu:

"Dağ ve Komando Tugayı-Hakkari"
Asker başını kaldırdı. Onu gördü ve kalaşnikof üç defa arka arkaya ateş aldı. Askerin ateş etmeye zamanı olmamıştı. Göğsünden aldığı mermiler ile sırtüstü yere düştü.
Tekrar kalaşnikofun tetiğine dokundu. Ağaçların arasına ateş etti. Ağaçlar arasından vurulma sesleri geldi. Her şey birkaç saniye içinde olup bitmişti.
Bir anda onlarca silah çalıştı. Mermiler yanından geçiyordu. Tahmin ettiğinden daha kalabalık bir düşman gücüyle içiçe girmişti. Hemen önündeki kayanın üzerinden atladı. Ağaçların arasından geçti. Mermiler hala sağından solundan geçiyordu. Birkaç adım atıp bir takla attı. Üç döt kez yuvarlandı. Sürünerek önündeki kayaya ulaştı, kayaya yaslandı.
Ve ne olduysa o an oldu. Toprak çöktü. Oturduğu zemin çöktü. Silahı ile birlikte onbeş metre kadar aşağıya düştü. Sert zemine hızla çarptı. Bir müddet olduğu yerde bekledi. Vücudunda hiç sağlam kemiğin kalmadığını düşünüyordu. Hiçbir şey olmadığını farkedince olduğu yerde doğruldu. Kafasını yukarı kaldırıp düştüğü yere baktı. Sadece gökyüzü görünüyordu. Silah sesleri hala duyuluyordu.
Çukurdan gerisin geriye çıkmayı düşündü. Orada yakalanmak imha olmak demekti. Şöyle bir etrafı kontrol etti. Kendisi için basamak yapabileceği ne bir delik, ne de bir çıkıntı vardı. Sıçramaya çalıştı, olmadı. Tam bir kapana sıkışmıştı.
İlk defa böyle çaresiz kalıyordu. Tuzağa düşmüş bir av hayvanı gibiydi. Beklemeye koyuldu. Birazdan askerler deliğin üzerine geleceklerdi ve o çaresiz bir şekilde onların yukarıdan açacakları ateş ile öldürülmeyi bekleyecekti.

"Böyle olmamalıydı" diye düşündü.
Ölümü hiç böyle beklememişti. Çaresiz bir şekilde ölmeyi değil; vuruşarak, çarpışarak hayal etmişti ölümü hep. Ateş kusan silahların üzerine saldırırken, karşıdan alacağı mermiler ile göğsünden vurularak ölecekti. Böyle kıstırılmış, sıkıştırılmış bir şekilde değil.
Çukurun dibine oturdu. Silahını kucağına aldı. Macar yapımı bir silahtı. Şimdiye kadar hiçbir çatışmada, hiçbir eylemde aksaklık yapmamıştı. Onu hiç yarı yolda bırakmamıştı.
Cebinden silah bezini çıkardı. Düşüş esnasında silah sağa sola çarpmıştı. Şimdi toz içindeydi. Her zamanki alışkanlığı ile silahını silmeye başladı. Silah her şeydi bir gerilla için. Var olmasının tek nedeni, varlık gerekçesiydi. Sahip olduğu tek varlıktı silahı. Her şeyi onda gizliydi. Umutları, sevdası ve yarınıydı silahı.
Eğildi ve silahın nişangahına bir öpücük kondurdu.
Çukurun içinden bir ses geldi. İnce yumuşak, bir kadın sesiydi. Onu çağrıyordu. Etrafına bakındı, kimseyi görmedi. Ses tekrar duyuldu.
Israrla onu çağırıyordu. Ayağa kaltı. Şaşırmıştı. Bu ses nereden geliyordu. Sesin geldiği yöne doğru bir iki adım attı. Çukurun yan tarafında bir delik daha olduğunu farketti. Bu delikten geçti.
Şimdi dar bir koridordaydı. Karanlık ve dar bir koridor. Kalaşnikofun emniyetini açtı. Ağır ve ürkek adımlarla koridoru geçti. Koridor büyük bir salona açılıyordu. Boş bir salondu. Ses onu takrar çağırdı. Salonun öbür ucundaki kapıdan geçti. Yeni bir koridorun içindeydi şimdi. Koridor zaman zaman sağa, zaman zaman sola kıvrılıyordu. Hiç durmadı, hepsini geçti.
Nereye gidiyordu, kendisi de bilmiyordu. Bir çağ değiştiriyordu sanki. Sanki başka bir mekana geçiyordu. Bu hava, bu atmosfer çok farlıydı. Koridor geçmiş kokuyordu.
Arkadaşları ne olmuştu. Onlarla tekrar nerede ve ne zaman buluşacaktı?
Bu düşünceler içindeyken koridor sona erdi. Şimdi önünde koca bir salon vardı. Nemli duvarlarla çevrili salonun orta yerinde bir kadın dizlerinin üzerinde oturuyordu. Sırtı ona dönüktü. Sadece beline kadar uzanan siyah saçları görünüyordu.

Durakladı.
Kimdi bu kadın, ne arıyordu burada? Ne olmuştu, nereye ulaşmıştı? Hangi yüzyılda, hangi çağdaydı?
Kadın "hoşgeldin" dedi ve devam etti "yaklaş, karşıma geç, seni görmek istiyorum"
Kadının etrafında yarım çember çizerek karşısına geçti. Durdu.

Kadının karşısında o da diz çöktü.
Kadın diz çökmüş ve ellerini şişkin karnının üzerinde birleştirmişti. Acı çekiyor bu kadın, diye düşündü. Gözlerinden yaşlar akıyor, dudakları titriyordu. Zaman zaman ellerini karnını üzerinde birleştiriyordu. Doğurmak üzereydi kadın.
Çektiği bütün acılara, sancılara rağmen, bütün güzelliği üzerindeydi. Siyah saçları, siyah teni, gözleri, elleri; binlerce yıllık güzellik, binlerce yıllık gizem vardı yüzünde. Asırların güzelliği gizliydi bu kadında.
"Gencecik" diye düşündü. Pürüzsüz bir yüze sahipti. Bir tek kırışık görmedi yüzünde. Şimdiye kadar gördüğü en güzel kadındı. Gözlerini ondan ayıramıyordu. Saatlerce seyretse bile bıkamayacağı bir güzellik ile karşılaşmıştı. Kadın bitmek tükenmek bilmeyen bir güzellik yayıyordu etrafına. Adeta büyülenmişti.

Kadın sordu:
"Kimsin?"
"Metin, gerillayım."
"Hangi yıldayız?"
"1997, Haziran'dayız."
"Demek ki, o kadar oldu. Ne kadar hızlı geçti yıllar!"
Simsiyah gözleri ile onun gözlerine baktı. Uzun uzun karşısındaki garibeyi süzdü.

Saçı başı, toz toprak içindeydi.
Günlerdir traşsız ve kirliydi. Gömleklerinin yakası simsiyahtı. Uzun süredir banyo yapmadığı her halinden belliydi. Terden saçları birbirine yapışmıştı. Bütün bunlara rağmen, asil bir bakışı gururlu bir duruşu vardı gerillanın.

Kadın sordu:
"Ben kimim biliyor musun?"
"Hayır."
"Ben Kibeleyim."
Onun adını tarih kitaplarında, ansiklopedilerde duymuştu. O meşhur kadın, Mezopotamya'daki o meşhur tanrıça demek buydu.

Kadın konuştu:
"Zap nasıl, yine tüm güzelliği ile akıyor mu? Sevdalılar başında oturup onu izliyorlar mı, şairler ondan ilham alıp şiirler yazıyorlar mı? Genç kızlar, genç erkekler sularında yıkanıyorlar mı?

Bana Zap'ı anlat."
Cevap veremedi. Nasıl anlatabilirdi ona Zap'ta büyük bir savaş yaşandığını. İnsanların vurulduğunu, öldüğünü Zap suyunun şimdi kıpkırmızı aktığını. Sustu. Cevap vermedi.
Kibele ona bakarak tekrar konuştu; "Bir savaşçıya benziyorsun. Duruşun, oturuşun, bakışın, ürkekliğin ile tam bir savaşçısın. Elindeki de herhalde silahın olmalı?"
"Demek ki, yeryüzünde savaşlar hala devam ediyor."
Gözlerinden akan yaşlar çoğaldı. Kadının müthiş sancılar içinde olduğu her halinde anlaşılıyordu. Zaman zaman başını arkaya doğru atarak odanın tavanına bakıyor ve tekrar karşısında diz çökmüş olan Metin'e dönüyordu.

Metin sessizliği bozdu:
"Sen hamilesin."
"Evet."
"Doğum yapmak üzeresin."
"Evet."
"Çok acı çekiyorsun."
"Evet."
"Sancılar, ağrılar duyuyorsun."
"Evet."
"Ne zamandır hamilesin."
"Altıbin yıldır."
Şaşırdı, irkildi. Altıbin yıllık hamilelik olur mu? Dayanabilir mi bir kadın. Altıbin yıl sana çekilir mi? Altıbin yıl acılara göğüs gerilir mi? Altıbin yıl uykusuz, altıbin yıl yorgun olunur mu?
"Pekala neden?" dedi.
Kibele bir Tanrıçaya özgün bakışıyla bakıyordu şimdi. Gözlerinden akan yaşlar durdu. Anlamlı bir ses tonu ile konuşmaya başladı.
"Acılarım insanlığın acılarıdır. Sancılarım insanlığın sancılarıdır. Uykusuzluğum, yorgunluğum insanlık içindir. Bekliyorum. Güzel insanların varolacağı bir dünyayı bekliyorum. Çocuğumu özgür insanlığa doğuracağım. Tüm acılarım bu nedenledir. Bu karanlık odada altıbin yıldır bekleyişim bunun içindir. Savaşları bekliyorum, savaşların bitmesini bekliyorum, işte o zaman doğuracağım."
Metin hiç ses çıkarmadı. Sadece durdu, düşündü. Ve:
"Savaşlar sürüyor" dedi.
Kibele, sanki karnına ani bir sancı saplanmışçasına başını geriye attı. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Ve;
"Ben de seni savaşların bittiğini müjdelemeye gelen kişi sanmıştım. Seni görünce çocuğumu doğurma zamanı geldi sanmıştım. Demek acıları sancıları çekeceğim, uykusuz gecelerim devam edecek. Gözlerim hiç kapanmayacak. Ne zamana kadar, daha ne kadar sürecek?"
Ve sustu. Başını tekrar geriye attı. Gözyaşları yanaklarından süzülüyor, boğazından geçip, omuzlarından göğüslerine akıyor ve oradan toprağa ulaşıyordu.
Metin silahını aldı ve ayağa kalktı.
"Buradan nasıl çıkabilirim?"
Onu böyle acılar içinde yapayalnız bırakmak istemiyordu. Onu böyle yeraltına bırakmamalıydı.
Kibele eliyle yan tarafta bir deliği işaret etti.
Metin Kibele'ye yaklaştı, eğildi karnını saran ellerini tuttu. Kibele onu izliyordu. Elleri dudaklarına götürdü. Altı bin yıllık gençlik hissediliyordu bu ellerde. Tanrıçanın her iki elini üçer kez öptü.
Ve:
"Bekle bizi Kibele" dedi.
Sonra hızla deliğe yöneldi. Tam delikten geçmek üzereyken son bir kez döndü. Kibele'ya baktı. Kadın başını yine geriye atmış, gözlerinden yaşlar akıyordu. Kadın acı çekiyordu.
Delikten geçti. Önüne çıkan koridorda hızla yürüdü. Bir çeyrek saat sonra gün ışığını gördü. Daha da hızlandı. Çıkışa ulaştı. Gün ışığı gözlerini kamaştırdı. Ne kadar içeride kalmıştı bilmiyordu. Acaba hayal miydi bunların hepsi.
Silah sesleri duyulmaya başladı, kobra helikopterleri gökyüzündeydi. Çatışma hala devam ediyordu.
Aşağılara baktı. Zap'ın çılgın sularını gördü. Kayalara vurarak çıkardığı ses bütün vadi boyunca yankılanıyordu.
Kibele geldi aklına,
şu sözleri tekrarladı:
"Bekle bizi Kibele"

Mervanıs

Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden